Suçun Ne Çocuk!

Hasan Baydilli
Hasan Baydilli
Suçun Ne Çocuk!
18-07-2023

Yorgun, argın bir şekilde eve gidiyorum karışık duygularla. Üçgen parkının doğuya bakan kapısına yaklaşmıştım, çocuk sesleri ile irkildim, aileleri ile birlikte parkta olduklarını tahmin ettiğim 9-10 yaşlarında iyi giyimli iki çocuk parkın kapısından hışımla çıkarak 6-7 yaşlarında üstü başı kir ve pas içerisinde terlikli bir çocuğu kovalıyorlardı. Çocuk can havliyle ve yüzündeki, “Ne olur beni koru!” ifadesiyle bana doğru koşmaya başladı. Diğer iki çocuğa dönerek “Ne istiyorsunuz bu çocuktan,” demeye fırsat kalmadan, birisi tekmeyle çocuğun sırtına vurarak,“Bu ailemizin yanında bize küfür etti” demesi üzerine küçük çocuğa baktım, çocuk konuşamıyor. Boş, korku ve merhamet bekleyen gözlerle öylece biri birimize bakakaldık. Anlamıştım… Dil bilmeyen çocuk Suriyeliydi. Diğer iki çocuğa kızarak onları uzaklaştırdım, Suriyeli çocuğa ufak bir harçlık vererek, işaret diliyle “Hadi sende git” dedim ve yoluma devam ettim. Eve gidene kadar o mahzun ve mazlum çocuğun arkamdan geldiğini gördüm, bir ara yine arkama döndüğümde Suriyeli çocuk yok olmuştu. Bu ve buna benzer çok daha ağır dramlar yaşıyor bu insanlar içimizde…

Bu yazım bir ajitasyon yazısı değil, her gün bizzat yaşadığımız veya sosyal medyadan gözlemlediğimiz insanlık dramının kanayan yarası haline gelen Suriyeli mültecilerin yaşadığı acıların yazısıdır.

Düşünün ki; bir ülke dış destekli çatışmalar ile yangın yerine dönüştürülmüş, hükümet güçleri ile onlarca etnik grubun çatışmaları şehirleri yerle bir etmiş, elektrik yok, su yok, yiyecek hiçbir şey yok, evler harabeye dönmüş, her an ölümle yüz yüze kalmaktasınız. Başınıza ne zaman bomba düşeceği korkusuyla yaşamakta ve hanenize kimin ne zaman tecavüz etme kaygısı ve korkusuyla hayatta kalmaya çalışacaksınız! Allah korusun…

Biraz empati yapalım. Siz olsanız böyle acımasız bir savaş ortamına ne zamana kadar dayana bileceksiniz? Evet, maalesef savaşın ne acıması, ne vicdanı, nede namusu vardır. İnanın o insanların yaşadıklarını rüyanızda görseniz dahi günlerce kendinize gelemezsiniz. Çünkü onlar savaşın gerçeğini yaşadı, yaşıyorlar… Bakın, Suriye’deki iç savaş yedinci yılına girdi, tam koskoca yedi yıl. 2011 yılından beri milyonlarca insan ülkesini, ailesini, evini, barkını terk ederek göç etmek zorunda kaldı.

Hiç kimse keyfi olarak vatanını terk etmez! Diyeceksiniz ki;“Terk etmesinler vatanı için ölsünler,” Bende önceleri aynen öyle düşünüyordum. Amma ve lakin sizinde gördüğünüz ve takip ettiğiniz gibi ortada vatan diye bir şey kalmamış ki gidip vatanı için ölsünler. Hangi vatan için ölsünler! Sahipsiz vatanlarını parsel parsel bölmüşler, kimin eli kimin cebinde belli değil, at izi it izine karışmış, kırk yamalı bohça gibi. Bu yetmez gibi kimin mücadelesini kime karşı vereceğiniz zaten bir muamma… Geriye ne kaldı? Son yılların en büyük küresel insani dramın yarattığı zorunlu göç. Bu zorunlu göç sırasında yaşanan dramlar herkesin malumudur. Kimisi sınırda can verdi, kimisi karasularda veya karayollarında can verdi, kimi hastalıktan veya açlıktan dolayı hayata veda etti, kimisi ya bombalara veya serseri bir kurşuna kurban gitti vs. vs…

Bunlardan nispeten şanslıları ise can havliyle en yakın güvenli liman olarak gördükleri Türkiye ve Ürdün gibi ülkelere sığındılar. Bu gün sadece Türkiye'de 3,5 milyon savaş mağduru mülteci yaşadığı bilinmektedir. İyi kötü yaşamlarını idame etmektedirler. Ancak şunu belirtmek isterim ki; şartlar yaşama elverişli hale geldiğinde tek bir Suriyeli başka ülkenin toprağında kalmak istemez. Çünkü vatan toprağı, insanın evi, kişinin Cenneti’dir.

Dikkat ediniz, bu kadar insanlık dramı yaşanırken; Birleşmiş Milletleri, Avrupa Birliğini, Avrupa İnsan Hakları savunucularını ve kurumlarını bir yerde göremezsiniz, neredeler bunlar? ABD’yi zaten saymıyorum bizatihi oyunun kurucusundan medet beklenmez!

Bu dramlara biraz daha devam edelim; Bilindiği gibi göç sırasında Avusturya sınırında bir tır içerisinde 70 Suriyeli ölü bulundu, ege sahilinde bir minibüs kaza yapıyor 50 Suriyeli yaralanıyor, bir başka kazada yine onlarca mülteci ölüyor, balık istifi gibi bir minibüse 50 kişi tıka basa dolduruluyor ve sonuç vahim! Akdeniz sanki mülteci mezarlığı, her gün kara sularda batmış tekne ve ölü haberleri görmekteyiz. Birçoğu bu yolculukta hayatını kaybediyor, bir kısmının cesedi karaya vuruyor. Kısacası ölüm her zaman her yerde…

Nihayetinde bu göç yolunda ailelerinin bir kısmını kaybetseler de hayata kalanlar diğer aile fertleri ile bilinmez yollarına devam etmek zorunda kalıyorlar…

Avrupa içine kadar yürüyerek gitmeye çalıştılar. Avrupa asayiş sorunu olarak algıladığı için polis müdahalesi ile karşı karşıya kaldılar. Kimi Avrupa ülkeleri göçmenleri engellemek için sınırlara dikenli tel çektiler. İnsanlık dışı muamelelerle karşı karşıya bırakıldılar. Daha nice eziyet ve zulümlere maruz kaldılar…

Evet, savaştan bahsediyorum, bu güne kadar 600 bin insanın öldüğü, 2 milyon kişinin sakat kaldığı, 5 milyon kişinin evini terk ettiği savaştan…

Göç yolunda başlarına gelmedik iş kalmayan bu göçmenleri maalesef ne bencil Avrupa ülkeleri nede komşu ve sözde Müslüman ülkeler kabul etti. Türkiye ve Ürdün hariç. Nihayet ölmeden, doğup büyüdüğü topraklardan ayrılmak zorunda kalarak ülkemize sığınmak zorunda kalan Suriyeli mültecilerin dramları sığındıkları ülkemizde de devam etmektedir.

Avrupa’ya sığınan çok az mültecilerin onurlarının nasıl ayaklar altına alındığını sizlerde sosyal medyada görmektesiniz. Ancak üzülerek belirteyim ki; evini barkını terk etmek zorunda kalan bu gariban mültecilere ülkemizde de bir takım kişiler eziyet etmeyi reva görmektedirler. Kısaca anlatmak isterim.

Öncelikle şunu belirtmek istiyorum; Allah hiç kimseyi vatanından, doğup büyüdüğü topraklarından etmesin. Vatan, namustur, Vatan anadır, Vatan evlattır, Vatan özgürlüktür. Unutulmamalıdır ki; hiçbir fert doğduğu ve doyduğu Vatanını isteyerek terk etmez. Bunun bilinmesi gerekir. Mülteci olarak ölümü göze alıp, zor şartlarda birçok badire atlattıktan sonra eğer sağ kalıp yaşıyorsanız, başka bir ülkenin topraklarına ayak basıyorsunuz, bu kez ikinci bir savaş başlıyor sizin için. Ayakta kalma savaşı, ekmek savaşı ve namus savaşı…

Eşi öldürülmüş, kucağında dört aylık bebeği ve diğer çocukları ile mülteci bir aileyi düşünün. Ev yok, para yok, dil bilmez, yol bilmez ve tutunacak hiçbir dalları yok. Ya sokakta kalacaklar ya da hayırsever birine rastlayacaklar ki; elektriği ve suyu olmayan izbe bir evden dönme başını sokacak bir harabeye yerleşsinler. Şansları yaver giderse birilerinin yardımı ile çocuklarını giydirebilecek, belki de birkaç gün ekmek veya yemek yardımı alabilecekler… Ama nereye kadar? Dil bilmiyorsun, yol bilmiyorsun, kiracısın, hastasın, açsın ve dört duvar arasındasın. Açık cezaevi hayatı yaşıyorsun. Ve psikolojin bozuluyor, sonradan komşularla problem yaşayacaksın, daha sonra geri gönderilme korkusu saracak bütün bedenini! Doğduğun topraklarına da geri dönemiyorsun, çünkü evin bombalanmış, yerle bir olmuş; aileden birçok insan ölmüş, iş yerleri kapalı ve geride kalanlar zaten aç ve suçsuz ölümü bekliyorlar! Ya işkenceye maruz kalıyorlar ya da sokak ortasında öldürülüyorlar…

Diyebilirsiniz ki; kamplara gitsinler. Gitsinler ama birkaç ailenin birlikte iç içe kaldığı çadırda kim kalmak ister? Herkes herkesin gözleri önünde yatağa giriyor ve siz o küçücük çadırda namahremlik kavramından bahsedeceksiniz.

Peki, geriye ne kalıyor? Ya dilenecekler, ya fuhuşa bulaşacaklar ya da gayri meşru yollara bulaşarak ahlak dışı yaşayacaklar. Şimdi diyeceksiniz ki; Namus dairesinde çalışsınlar; ben de diyorum çalışsınlar ama çalışmak zorunda kalanlar karın tokluğuna insanlık dışı şartlarda emekleri sömürülerek sigortasız veya az parayla çalıştırılıp bu haklarını dahi ödemeyen insan müsveddeleri var ki, hele bu çalışan kadınsa birde tacize uğramaları ayrı bir dert! Buna rağmen ses çıkaramamaktadırlar. Çünkü işten çıkarılacak korkusu yapılan tüm bu haksızlıkları sinelerine çekmek durumunda bırakmaktadır. Her şeye rağmen kayıtsız şartsız zor koşullarda çalıştırılan bu insanlar emeğinin karşılığını alamamakta ve kapı dışarı edilmektedirler. Sonra nemi oluyor? İş bulamayan kadın ve çocuklar ya dilenmek zorunda kalıyor ya da sokakları dolaşarak çöp konteynerlerden atık yiyecek ve giyecek topluyorlar. Ne acıdır ki; bazıları da bu acılara dayanmayarak ya akli dengesini yitiriyor, ya uyuşturucu veya da fuhuş bataklığına saplanıyorlar… Hemen herkesin şahit olduğu durumlardır bu durumlar. Ve bizler; bazen düşene de bir tekme vurma moduna giriyoruz vicdansızca…

Bir söz vardır “Yavru bir köpeği tekmelerseniz zalim bir köpeğe dönüşür” aynen bu söz mecazi anlamda insanlar içinde geçerlidir. Eğer ki bir çocuk zulme, hakarete, haksızlığa uğrarsa büyüdüğünde siz ondan iyi bir insan çıkmasını bekleyemezsiniz.

Ne olur; biraz empati yapalım, biraz vicdan, biraz merhamet, biraz insanlık çok mu zor? Savaştan ve açlıktan kaçanlara yardım eli uzatarak merhamet etmek her şeyden önce insanlık görevidir. İstendiği zaman vermek güzel bir davranış olabilir; fakat istenmeden, ihtiyacı hissederek vermek çok daha anlamlı ve erdemli bir davranıştır. Maddi durumumuz elverişli değilse, hiç olmazsa güler yüz veya bir merhamet emaresi göstere biliriz. Belki de yavru bir çocuğu zalim bir ferde dönüştürmekten kurtarabiliriz.

Bir an önce Suriye’de ki bu kirli iç savaşın bitmesi ve bu insanlık dramının sona ermesi ile kendi doğup büyüdükleri vatanlarına dönmeleri dileğiyle…

ÖNCEKİ YAZILARI
SİZİN DÜŞÜNCELERİNİZ?